Türkiye’de halkın nabzını tutanların, halka mikrofon uzatanların aldıkları cevaplar üç aşağı beş yukarı hep aynı: ‘Yorumsuz’, ‘Kötü, çok kötü’, ‘Geçim derdi büyük’ gibi gibi...
Ülkemizde uzun süredir çeşitli açılımlar ile sanki yeni reformlar, yeni inklaplar yapılmak istenmekte. Bu durumun ‘demokrasi’ anlayışının ötesine geçtiği de artık kaçınılmaz bir gerçek.
Geçmişe bakacak olursak NATO üyesi Türkiye, 18 Nisan 1955’te Bandung’da yapılan toplantıda Batı’nın sözcüsü rolünü oynamıştı. Böylece ‘emperyalist’ güçlere karşı ilk bağımsızlık savaşını veren ülke olarak ‘Üçüncü Dünya’ ülkeleri arasında sahip olduğu ‘önemli ülke’ niteliğini tamamen yitirmişti.
20’nci yüzyılın bitişi, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla noktalanırken bu durumdan en çok etkilenen ülke, Türkiye olmuştu. Çünkü Türkiye, konum itibarıyla Doğu-Batı bloklaşması içinde Batı bloğunun önemli bir müttefikiydi.
Peki şimdi Türkiye nereye gidiyor?
Türkiye’nin hem ABD’nin büyük ölçüde bağımlı olduğu Ortadoğu petrolleri hem de Yakındoğu, Kafkasya ve Balkanlar gibi çatışma alanlarının tam göbeğinde olduğunu düşünecek olursak bu sorunun cevabı aslında halen daha uygulama aşamasında.
Başbakan Erdoğan’ın, Ortadoğu’nun lideri tarzındaki konuşmaları, Amerika’dan İsrail ve Suriye’ye gönderdiği mesajlar bir ‘yap boz oyunu’nun boşluklarını doldurur gibi.
Tabi bu düşünceler ve varsayımlar sadece benim komplo teorilerimden bir tanesi. İktidar partisinin deneme-yanılma şeklinde yapmış olduğu açılımların sonuçlarını hepimiz görmekteyiz.
Kürtler’e açılım yapıldı, terör şehre indi. Suriye açılımı ile kapılar açıldı, ülke ‘çadırkent’e döndü.
Tarım ve havyacılık alanında açılımlar yapıldı, çiftçinin mahsulü elinde kaldı.
Yolda yürürken denk gelip bir de bana mikrofon uzatsalar ‘Ülkemizin gidişatı hakkında ne düşünüyorsunuz?’ diye...
Tepkim aynen şöyle olur: ‘Görmüyorum, duymuyorum, işitmiyorum.’